Müzmin Taraftarlık ve Tüketilen Adanmışlıklar


Türkiye'de futbol kültürü üzerine, cevap bekleyen, çözüme aç çok soru var. Bu listenin başında, sorunsal taraftar kültürü ve seyirciler en üst sıralarda yer almakta. Futbolun asıl unsuru olarak nitelenen bu topluluk hakkında yeterli araştırmaların, analizlerin yapılmasını bir tarafa koyalım, tarafsız bir gözle bakıldığında, empati bile yapılmadığı görülecektir. Biz bir resme bakıyoruz ve detaylarını görmekten, inceliklerini sezmekten aciziz. Galiba "kimsenin vakti yok ince şeyleri anlamaya."

Bir salı sabahı televizyon seyretmekteydim dünya üzerindeki milyonların her gün sıkılmadan yaptığı gibi. Bir altyazı ilişti gözüme. Özetle 5 Süper Lig takımının seyircisiz oynama cezasına çarptırıldığı yazılıydı ekranda. Bu takımların aynı hafta kendi evinde maç yapma olasılığı neydi bilmiyorum ama bir haftada 9 maçtan 5'inin seyircisiz oynanması çarpıcı bir mesaj olurdu kanaatimce. Tüm bu cezalar kamuoyuna makam sahipleri tarafından açıklanırken, seyirciyi bu davranışlara iten sebeplerin sorgulamalarının ne denli yapıldığı da önemli bir soru olarak çıkıyor karşımıza.


Toplumsal olaylar yüzeysel olarak değerlendirilirse bir sonuca varmanın güç olacağı kanısındayım. Taraftar olaylarını at gözlüklerini çıkartarak incelemeli, terörize edilen insanların bu olaylara neden yöneldiğinin çözümlemesi doğru analiz edilmeli ve ona göre kalıcı çözümler üretilmelidir. Saatlerce stada girmek için bekleyen insanlardan, maç sonrası polis barikatında beklemek zorunda kalanlardan veya sürekli bir hal alan yanlı MHK kararları yüzünden mağdur olan spor kulüplerinden kaynaklandığı düşünülen bu olaylar yıllardır taraftarları ve kulüpleri cezalandırarak çözülmedi, çözülmüyor ve tünelin ucunda da ışık yok. Sadece ceza vermek için ceza vermek insanlara; özeleştiri yapmadan, kalıcı çözüm için ter dökmeden , her şeyi ben bilirim havasıyla süregelen bu uygulamalar despotluğun ta kendisidir. Kabul edilemez.
Nasreddin Hoca bir gün köyde kapısının önünde bir şeyler arıyormuş. Hocayı gören komşuları yanına yaklaşarak:
-  Hayrola hoca bir şey mi kaybettin? Ne arıyorsun?
-  Mührüm düştü de
-  Nerede düşürdün söyle biz de bakalım
-  İçeride avluda düşürdüm.
-  Avlu da düşürdüğün şey burda aranır be Hoca?
-  Avlu karanlık, burası daha aydınlık. Onun için burda arıyorum
Taraftarlar avluyu karanlık görünce, dışarıya çıktılar. Bulamayacakları ne varsa dışarda arıyorlar. Suç onlarda mı? Tüm bu bağlamda Türkiye'de taraftarlığa ve spor kulüplerine taraftarın bakış açısına küçük bir çerçeve açmakta fayda görüyorum.
Taraftar, sporcunun veya sporcuların temsil ettikleri renklere, kulübe  veya  bayrağa bağlı kimse olarak tanımlanmaktadır. Günümüz Türkiye'sindeki "taraftar" kavramını açıklamakta sığ kalındığını düşündüğüm bu tanım temel hatlarıyla bir fikir veriyor bize. Dikkat çekicidir ki insanın bir yere ait olma güdüsüyle anlaşılabilir bir kavram olan ''taraftarlık'' aynı zamanda yerini magandalığa da, vandallığa da bırakabiliyor. Şüphesiz çok derin sosyolojik ve psikolojik araştırma gereketiren bu konuyu birkaç sayfayla açıklamamız çok güç. Temel hatlarıyla taraftarlık üzerine birkaç soru üzerinde durmakla yetineceğiz sadece.
Günümüzde değerlerin çabuk tüketildiği, hızlı yaşamanın bir zorunluluk haline geldiği, fast food tadında bir dünyada yaşıyoruz. Futbolu da tüketim kültürü ile özdeşleştireceğimiz bu durumdan ayrı tutmak taraftar davranışlarının anlaşılmasını olanaksız kılar.
Peki tüketim kültürü insanların tercihinde futbol özelinde ne denli etkin ve bunu nasıl başarabiliyor? "Günümüz toplumunda tüketim toplumu değerler, fikirler ve kimlikler bazında tüketim deneyimi ile bağıntılı tanımlanır. Bu kültürün içinde yaşayanları ifade eden tüketim toplumu materyalist, paraya dayalı, sahip olmayı öne çıkaran hazcı bireylerin toplumu olarak resmedilir. Bu durumda tüketim toplumunun bireylerin materyalist değerler ve ona bağlı 'sahip olma' duygusu ile genişleyen bir benlik ifadesinin peşine düşdükleri söylenebilir." İnsanların tercihine ağır bir suçlama mahiyetindeki bu görüşler sadece var olanın tespitinden ibaret durmaktadır. Tüm bu gelişmeler ışığında "taraftarlık" ve "taraftarlık kültürü" de hızla anlamını yitirmekte, sistemli bir şekilde dönüşmektedir.
Bu bağlamda Tanıl Bora'nın taraftarlık kültürüyle alakalı söyledikleri konuya dair bize önemli ipuçları veriyor. "Türkiye'de taraftarlık kültürünün 'Şampiyonluk'la , herkese üç çekme şehvetiyle 'en büyük' olma hırsıyla, kısacası güç uğruna gözü dönmüştür..." der ve devam eder: "Onun için, oligarşi takımları dışındaki takımların taraftarı pek azdır." Mesele az olma çok olma meselesi değil tabii ki. Ama açık olarak ifade edildiği üzere kimlik karmaşası içinde kaybolan modern insan kendini güçlünün yanında bulma, güçlü olma gibi sebeplerle taraftarlık olgusunu yozlaştırmıştır. İnsanları, İstanbul takımlarına iten sebepleri de tüm bu çizilen resim içinde bulabilmek çok da zor olmasa gerek.

Tüm bu yazılanlar ışığında, spor üzerine daha derin ve genel bakış açıları kazanmamızın gerekliliği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda artık daha çok soru sormanın zamanıdır bence taraftarlık üzerine, yaşananlar üzerine ve insanlık adına. Ama cevaplar, mümkünse eğer, çoktan seçmeli olmasın. Açık uçlu olsun. Deniz kadar açık mesela... ya da okyanus kadar... Böylesi daha güzel.
Bilenler bilir. Eski zamanlarda -hani çok eski de değil bir 30-35 sene öncesinden bahsediyorum- spor müsabakaları daha romantik bir yapıya sahipmiş. Şehirlerde seyredilen maçlar, dostlarla yapılan deplasmanlar keyifli anılar olarak anlatılıyor bu heyecanı yaşayanlar tarafından. Yıllar sonra geldiğimiz noktaya bakıyorum da skor sarhoşu bir yığın taraftar, iddia bayilerinde bol küfürlü futbol sohbetleri yapan ganyan heveslileri, yenilgiye tahammülsüz yöneticiler, pop star olma heveslisi yorumcular kuşatmışlar spor dünyasını. O kadar çoklar ki, sporseverler nefes alamaz, yürüyemez oldular bu zeminde. Oysa futbol temelde bir spordu. Bu çatının altında anlayış, estetik, dostluk, mücadele, kazananı alkışlamak, yarışmak, heyecan, coşku, empati vardı.
Biliyorum ki Türkiye'de taraftarlık, özellikle 80 sonrası kimlik arayışı içinde bunalan insanlara günlük hayatta edinemeyecekleri bir statü ve değer kazandırmaktadır. Değerlerin içinin boşaltıldığı modern dünyada futbolun es geçileceğini düşünmek zaten hayalcilik olurdu. Birçok sosyolojik etkenin özellikle bu karmaşık süreçte rol oynadığını düşünüyorum. Bunları açıklamak günlerimi alabilir. Sonuç olarak ortaya çıkan toplum düzeninin yansıması olarak taraftarlık günlük hayatta yaşayamadıkları hazların peşinde koşan on binlerin takımlarının maç kazanmasını dert edinmesi ve takımlarıyla kendilerini özdeşleştirmesi ile başka bir boyuta taşındı. Hayatlarını değerli kılmak isteyen bu insanlar meşin yuvarlağın peşinde futbolu çok yanlış anlamış insanlar olarak koştular. Onlar farklı olabilmenin yolunu burada bulmuşlar ama sporun anlamını ıskalamışlardı. Futbolu özetle bu sebepler ışığında seçtiler ve sevdiler. Yenilmeyi hazmedemediler. Yıktılar, kırdılar, yaktılar.
Ek olarak , günümüzde 'tüketici' kavramının içinde değerlendirilebilecek yeni bir ayrımdan söz edilmektedir: futbol seyirciliği. Taraftar kavramından farklı olarak seyirci, var olan gösteriyi (ki burada gösteriden kasıt futbol maçı) tribünden izleyen, televizyondan seyreden var olan aktivite çerçevesinde parasını, vaktini kullanan kişi olarak tanımlanabilir. Seyirci için maçın skorundan ve takımlardan bağımsız, var olan spor aktivitesinin görselliği ve ona iyi vakit geçirtebilmesi ön plandadır. Takımın değeriyle, anlamıyla ilgili değildir seyirci. O, televizyon programı seyreder gibi maçı izlemektedir. Bir bağlılıktan ya da aşırılıktan söz edilemez seyirci kavramını açıklarken. Bir önceki paragrafta kısaca değindiğim taraftar profilinden daha masum ve evcil bir kitleden bahsedebiliriz burada. Tüm bu yazılanlarla beraber, futbol seyircilerinin; eleştirilmekte olan endüstrileşen futbol ortamının aradığı tüketici kitlesi olduğunu da söylememiz resmin tamamını görmemiz açısından önemlidir. Şüphesiz futbol kulüplerinin, federasyonların, FIFA, UEFA ve benzeri birçok futbol kuruluşunun futbolun içinde görmek istedikleri insanlar da futbol seyircileridir. Son yıllarda özellikle kıta avrupasında yaşanan gelişmeler (fahiş bilet fiyatları, takımların uzakdoğu kampları, loca sayılarındaki artış vb.) bu yönde bir eğilimin olduğunu bize göstermektedir.
Tüm bu dalgaların, fırtınanın arasında futbolun asıl unsuru olan sporseverler hangi yolu seçecektir? Açıkçası ben de bu sorunun cevabını merak edenlerdenim. Bir yanda şiddetten beslenen, takımla bağlılığı üst safhada, karşı tarafa tahammülsüz, yenilgiyi hazmedemeyen bir kitle, diğer tarafta futbol maçlarının sinema filmlerinden farksız bir hale dönmesini arzulayan, futbola sadece bir etkinlik olarak bakan bir tüketici kitlesi. Ben orta yolda buluşmamız gerektiğini düşünmekteyim. Yanlış anlaşılmak istemem ama takıma bağlılık, eğer futbol kulübü gerçek dünyada bir anlamı varsa değerli olacaktır. Günümüzde bir kulübün diğerinden renklerinin farklı olması dışında gerçek dünyada ne gibi anlamlı bir farklılığı var? Bazı spor yorumcularının zırvaladığı üst kimlik palavralarından bahsediyorum. Soruyorum 3 İstanbul kulübünün birbirinden farkı ne? Biri devlet takımı da biri halkın takımı mı? Hayır! Bu çerçevede insanların büyük çoğunluğunun bir kulübün taraftarı olmasının altında anlamlı bir duruş yok. Aynı zamanda kimlik sorununun bu bağlamda toplumsal bir altyapısının olduğunu düşünmekteyim. Bununla beraber sadece tüketen, hissiz bir seyirci kitlesinin de futbolun ruhuna aykırı olduğunu düşünüyorum. Bir anlamda orta yoldan kastım bana göre seyircilerin ve aşırıların iyi yanların birleştirilmesi ve aslında geçmişte bahsedilen futbolun o romantik ortamına dönmesi, güzelliklerinin tekrar keşfedilmesi. 'Bu nasıl olur?' sorusuna cevap verebilmek için ayrıca araştırmalar ve incelemeler mutlaka yapılmalıdır.
Ama hepsinden önce şu kavranmalıdır: 'Dönüş zorunludur, çöküntü çağından.'


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Recep İvedik 5 - Türk Sporunun Resmi

Futbolun Politik Yüzü | El Saadi Kaddafi