Miroslaw Szymkowiak Hakkında


2004 yılının Eylül ayında Konya’nın ücra ve merkeze uzak bir ilçesi olan Hüyük’ün İmrenler Kasabası’nda göreve başlamıştım. Bu yolculuk bundan sonraki yaşantımın tamamen değişeceği anlamını taşıyordu. İlçe küçük, kasaba daha da küçüktü. Ankara’dan sonra geldiğim ve yaşamaya çalıştığım bu yeni yerde yapabileceklerim de oldukça kısıtlıydı. Köy kahvesinin üzerinde iki odalı şirin bir ev tutmuştum ki, sonraları bu kararın ne kadar muhteşem bir karar olduğuna tanık olacaktım. 
Sonraları dediğim zaman, kışın iyice etkisini göstermeye başladığı Ekim ayının sonlarıydı . Kahvenin ortasında kocaman bir sanayi tipi soba vardı ki, sürekli gürül gürül yanardı. Kahvenin doluluk oranı hiç düşmediğinden sabah akşam yanardı hem de. Bense sobanın tam üstüne denk gelen odamda kışın en vahşi günlerinde bile şort ile gezerdim… Bir an bile üşüdüğümü hatırlamıyorum.
Ne yapabilirdim, okul dışı zamanlarımda? Televizyon desen, ki çok barışık olduğum bir icat değildir, karasal yayından 3-5 tane kanal çekmekte. Ara ara haber, ara ara müzik dinleyebiliyordum kısıtlı karasal yayın çerçevesince. Beyşehir TV vardı bir de. Canı sıkılınca pat diye Cameron Diaz’lı, Lucy Liu’lu “Charlie’nin Melekleri”ni yayınlayan. İnternet imkanımız da yoktu o zamanlar. Çünkü okul harici kasabada internet yoktu. Okulun interneti de, bilenler bilir 145 çevirmeli telefon interneti. Çok ihtiyaç duyulan zamanlarda en fazla 5 dakika filan girebiliyorduk internete, sonra da fatura korkusuyla hızlıca kapatıyorduk. Diğer sosyal imkanlar da haliyle kısıtlı. Kitaplara sardım kendimi o ara. Vladimir Bartol’un “Alamut”undan; Robert Merle’nin “Kıyamet”ine, Grange’nin “Taş Meclisi”ne kadar kitaplara gömülmüştüm.
Ama bir derdim vardı; Trabzonspor’dan haber alamıyordum doğru düzgün. Trabzonspor’un maçlarını da izleyemiyordum, zira kasabada maç yayını yapan hiçbir yer yoktu.
Bu tür zamanlarda ise imdadıma Beyşehir yetişiyordu. Beyşehir bizim kasabaya 30-35 kilometre uzaklıkta bulunan Konya’nın büyük ilçelerinden biriydi.  Haftasonları kasabadan kalkan arabalarla Beyşehir’e gider, hem coğrafi olarak oldukça güzel bir yer olan Beyşehir gölünün çevresinde gezer, hem de Selçuklu ve Eşrefoğlu Beyliği’nin tarihi yapılarını görürdüm. Ve elbette internet kafelerde Trabzonspor ile ilgili en sıcak bilgileri alırdım.
2004’ü devirip, 2005 yılına girdiğimizde kış da etkisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamış ve ara transfer sezonu gelmişti. Trabzonspor’un hedefinde ise iki Polonyalı vardı. Maciej Zurawski ve Miroslaw Szymkowiak… Bizim asıl hedefimiz Zurawski’ydi ama ne hikmetse Szymkowiak bize daha yakındı. Televizyondaki spor bültenlerinin 1 dakikalık Trabzonspor kısmında en azından öyle diyordu.
Karnelerin verileceği güne bir hafta kalmıştı ve bir haftasonu yine Beyşehir’de bir internet kafedeydim… Haber siteleri ve taraftar forumlarında Zurawski ve Szymkowiak ile ilgili gelişmeleri adım adım takip ediyordum. Zurawski olmayacak gibiydi ama Szymkowiak da anlaşma sağlanmak üzereydi. Szymkowiak’ı araştırdığımda, -ki o zaman bilgiye ulaşma kaynakları daha kısıtlıydı-, profili düşük ama karizmatik bir futbolcuyu transfer ettiğimizi düşündüm… Zaten 10 gün sonra da imza töreni oldu. Artık 7 numaralı formanın sahibi aslan yeleli, sarı saçlı, biraz çekik gözlü Szymkowiak’dı. Ki kısa süre içerisinde ona Szymek demeye başlayacaktık.
Sezonun ikinci yarısı başladığında 3-5 kişinin çabaları ile kasabanın belediye binasına maçları yayınlayacak olan kuruluşun kutusunu aldırmıştık. Nihayet Trabzonspor’u rahat rahat izleyecektim. 
Nick Hornby  "Futbol Ateşi" adlı kitabında, futbolu şöyle tanımlıyor. “Sonraları kadınlara nasıl âşık olduysam, futbola da öyle âşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden."
Futbola nasıl sevdalandıysam, Szymek’e de öyle hayran oldum sonraları, ansızın, üzerine çok fazla düşünmeden.
Mücadele azmi, oyun görüşü, tekniği; Fatih Tekke, Gökdeniz ve Yattara ile uyumu, koşarken bir aslan yelesi gibi kabaran sarı saçları, attığı ve attırdığı goller…
2004-2005 sezonunun devre arasında takıma katılan Szymek sezon sonuna kadar 16 maçta görev aldı. Bu 16 maç gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde 9 gol atıp 6 asist yaptığını hatırlarsak, Szymek ile ilgili yukarıda yaptığım tanımlamaların hiç abartı olmadığı da ortaya çıkar sanırım. Yine bu dönem içerisinde bir Ali Sami Yen deplasmanında Galatasaray’a attığı enfes gol hala hatıralarda tazedir.


Hem Trabzonspor’un hem de Türkiye Liglerinin görmüş olduğu en kaliteli orta sahalardan biriydi Szymek.
Velhasıl, Szymek’in katılımı sonrası “Mahşerin 4 atlısı” ile birlikte Trabzonspor, rakip savunmaların bütün direncini kırmaya, goller atmaya, galibiyetler almaya ve puanları peş peşe toplamaya başlamıştı. Szymek sadece topun olduğu alanda fiziksel katkıda bulunmuyordu takıma. Ruhsal olarak da takımın çekim merkezlerinden birisiydi. Kendini takımına adıyordu. Mücadeleyi hiç bırakmıyordu.
Dolu dizgin ilerleyen Trabzonspor şampiyonluğa koşuyordu ama hesaba katmadığı bir durum vardı; futbol düzeni. Türlü türlü rezilliklerle, Trabzonspor’un önü kesilmişti. O muhteşem kadro sezonu 77 puanla 2. Sırada tamamlamıştı.
Muazzam bir figür haline dönüşmeye başlamıştı Szymek. Yaz tatilinde Trabzon’u gezerken sokak aralarında “Şimek” diye bağırıp, voleyi çakan çocukları hatırlarım hala. Çok kısa süre içerisinde inanılmaz bir katkı sağlamış ve sembol bir isim olmuştu Szymek. Gelecek adına umutları taze tutan adamlardan birisiydi.
2005-2006 sezonu istenilen gibi başlamadı ve istenilen gibi devam etmedi Trabzonspor adına. Avrupa başarısızlığı sezon başı yüzleri düşürmüştü. Gökdeniz’in bu süre içerisinde 6 aylık bir ceza alması derken Szymek sezon başında ağır bir sakatlık yaşadı. Bu sakatlık 2,5 ayına mal oldu. Sahalara umulandan çabuk döndü ve  üzerine düşeni fazlasıyla yapmaya devam etti ama Trabzonspor ağır yaralar almıştı ve toparlanamamıştı.
Szymek ve Trabzonspor için lanetli günlerin doruğa ulaştığı sezon ise 2006-2007 sezonuydu. Bu sezon sakatlıklar, takımın kötü performansı, teknik direktör ile yaşanan problemler ve bitmek bilmez iğrenç dedikodular ile geçti. Szymek hızla uzaklaşıyordu Trabzonspor’dan.
Bir Polonya atasözü der ki;
“Dopóty dzban wode nosi, dopóki mu sie ucho nie urwie”
"Sürahi, kulpu kopana kadar suyu taşır."

Kulp kopmuştu ve su taşmıştı artık. Sonrasında Szymek, Trabzonspor ile yollarını ayırdı. Çok acı bir şekilde. Ardından bir mektup bırakarak. Konuşarak, derdini anlatacak kimseyi bulamamıştı belki de.
Muhteşem bir başlangıç sonrası trajik bir son. Filmlerdeki gibi olmadı Szymek ile Trabzonspor’un hikayesi. Olmalıydı ama. O da Trabzonspor’un ayıbı olsun.
Polonya’ya döndü. Kırgınlığı çok açıktı. Kızgınlığı da. Bunu röportajlarından anlayabiliyorduk. Kariyerini Polonya’da tamamladıktan sonra, spor yorumculuğu ile yoluna devam etti.
Bugünlerde Szymek’in Avni Aker’e Veda organizasyonu kapsamında tekrar Trabzon’a geleceği ve gösteri maçında tekrar Trabzonspor forması giyeceği haberleri geliyor. Yakışır. Çok geç olsa da Trabzonspor ile Szymek’in buluşması böylesine güzel ve böylesine anlamlı olmalı. Yoksa aramızda bir şeyler hep eksik kalacak.
Szymek, Gökdeniz, Fatih Tekke 3’lüsünün bu gölünü paylaşmadan olmazdı.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Recep İvedik 5 - Türk Sporunun Resmi

Futbolun Politik Yüzü | El Saadi Kaddafi