Şampiyonlar Ligi Kupasını Nasıl Kazandım?


Çok sert olmayan bir kışın bitmesine yakın günler… Kazma  küreklerin yakıldığı ayın ilk günlerinin de sonlarına gelinmiş. Soba üzerinde kavrulan fındıklarla beraber daha oniki, onüç yaşlarında Trabzonspor'dan ümidini kesmiş bir çocuk olarak televizyondaki Şampiyonlar Ligi çeyrek final ilk maçı için hazırlanmıştım.
Belki o gün yayıncı televizyon başka bir takımın maçını yayınlamış olsa bu yazı yazılmamış olabilirdi. O zamana kadar Dünya Futbolu’na çok hakim olamadığım gibi tanıdığım bir kaç oyuncu dışında pek de bilgim yoktu bu maçtan ve oyunculardan. Tek tanıdığım oyuncunun Cantona olduğunu söylesem hikayeyi biraz anlamış olabilirsiniz.
Manchester United - İnter maçı için televizyon karşısına diz üstü kurulmuş, salon ortasındaki sehpa üzerinde duran tasın içine elimi kavrulmuş fındıklara uzatıp katır kutur götürüyordum ki maç başladı. Başlar başlamaz da olağanüstü bir baskı kuran Manchester United golü attı. Rakip hiç bir varlık gösteremiyordu. Muazzam geçen devre neredeyse İnter yarı sahası ve ceza alanı yoğunluğunda geçmiş bitmiş olacaktı ki beklenen ikinci gol geldi.
Açıkçası ben böyle futbol oynayan nadir takımlar görmüştüm. Gerçi ne kadar, başka takımların maçını izlemiştim ki? Bana 96'daki Trabzonspor'u anımsatıyordu bu takım. Maç ikinci yarı biraz daha rölantide geçti ve 2-0 bitti. Rövanşı seyredemedim ama o turu Manchester United'ın geçeceğine emindim,  öyle de oldu.
Artık yarı final kuraları çekilecekti ve kalan dört takım vardı. Sürpriz yapan Dynamo Kiev, favori Juventus ve aynı grupta karşılaşmış Bayern ve Manchester United.
Kura çekilmeden sınıftaki sıra arkadaşımla kura ne olur diye birbirimize sorarken ben “Juventus - Manchester United çıkacak ve çok büyük maç olacak” diyordum. O da bana “eğer öyle olursa United elenir” diyordu. Böyle atışmalarla önce kurayı bildim...
Yarı final ilk maçı Old Trafford’da idi ve maç başlar başlamaz Conte 1-0 öne geçirdi Juventus'u. Acayip stres yapmıştım, babam İngiliz takımlarının başarısız olduğunu futbol olarak geri kaldıklarını turu geçemeyeceklerini savunup durdukça kıpkırmızı kesiliyordum. Velhasıl maçın son dakikalarında arka direkte Giggs sihirli dokunuşu yaptı ve belki de o gol, tur için ayakta tutan tek dayanağımdı; hem Manchester United'ın hem de benim.
Rövanş maçı başlamadan inanılmaz heyecanlıydım ama maç başladıktan sonra resmen ikinci bir 96 yaşıyordum. İnzaghi arka arkaya iki pozisyonda Juventus'u öne geçiriyor belki de kendilerince turu getiriyordu. Lakin "Biz bitti demeden bu iş bitmez"lafı ilk orada ortaya çıkmış olacaktı ve devre bitmeden maç Keane ve Yorke'ın golleriyle dengeleniyordu. Maçın bitimine yakın, yılın santrforu Cole ile tur geliyordu. Babamı ilk defa böyle tuhaf görmüştüm ki o da sanırım böyle bir geri dönüşü görmemişti o zamana kadar.

Hem futbolda büyük bir zafer kazanmıştım hem de bu zafer okulda da işime yaramıştı. Türkçe öğretmenim ile pek anlaşamıyordum. Okuma parçalarını Türkçe defterine özet olarak yazmamız gerekiyordu ama ben okuma parçası yerine Juventus maçını anlatan bir yazı yazmıştım. Defterleri kontrol ederken, tedirgindim. Hem öğretmenimi sevmiyordum hem de istediği ödevi yapmamış, yerine maç yazısı yazmıştım. Ama anlamamıştı. Yırtmıştım.
Ödev olayından yırttıktan sonra, sıra arkadaşımla maçı kritik etmeye başlamıştık. O bile inanamıyordu o turun oradan döndüğüne. Artık finali konuşuyorduk ve  ikimiz de Bayern - Dynamo Kiev eşleşmesinden Bayern'in geleceğini bilmiştik. Final için de yine ayrıştık...
Finalden bir kaç hafta önce evden taşınınca televizyonu final akşamı ayarlama ve anten işleri ellerimden öpmüştü. Artık bahar yaza dönüyordu yılın en güzel ayıydı. Yemyeşil papaz erikleri, mis kokulu çileklerle güzel bir meyve tabağı tadında başlamıştı ki maç Bassler akıllı vuruşu Schmeichel'a kötü bir gol yedirdi ve maç geneli bu golün moraliyle Bayern daha iyi oynadı. Kabul etmek lazım finali Bayern'in hakettiği ciddi bir gerçekti. Matthaus, Scholl, Bassler, Effenberg o gün çok iyiydiler öyle ki maçı koparacak pozisyonda Scholl direğe takılmış, babam yerinden sıçramış ben bembeyaz kesilmiştim ve  o meyvelerin tadı da kaçmıştı. Babam papaz eriğini aldı gart gurt yerken böbürlenerek "la oğlum Alman futboli inkiliz futbolindan üstundur" diyorken şu bilimsel tezi savunuyordu "buni ben demiyrım tarih diy"
Bu diyalogdan kısa süre sonra önce Sheringham’ın golü evi yıkarcasına gol diye bağırmama ve salondan kovulmama, kapının dışından maçın kalanını dinlerken gelen Solskjaer golüne bağırmam da televizyonun kapanmasına sebep oluyordu. İki yedi numara kornerine çökmüştü Bayern.


 Hayatımda o günden sonra çok şey değişti. Bir şey öğretti bana o gece çocuk aklıma akıl verdi, belki bir çok şeyin cevabını aldım aslında ben o gece farkında olmadan babamı yendim ve... Eğer bu hayatta bir şeye inandıysan son ana kadar onun arkasında olmayı o yıl öğrendim. O yıl öğrendim asla pes etmemeyi ve bana bunu öğreten saçma gelecek belki ama Manchester United oldu.
Yıllar yılı sürekli takip ettim United'ı. Çok sevdiğim ve alıştığım kadro dağıldıkça ilgim heyecanım da git gide azaldı. En son Ryan Giggs ile birlikte sir Alex Ferguson da bırakınca şöyle bir geriye baktım... 1999 Şampiyonlar Ligi'ni kazandıktan sonra kupalara ambargo koyan United, Premier Lig'de yarışıp alt edemediği takım kalmayan, yirmi yedi sene takımın başında kalarak adeta tarihi kendi elleriyle yazan yedi numaralı bebekleriyle meşhur olmuş bir kulüp son üç sezondur kupa sevinci yaşayamadı. Bir finali bile yok. Sanırım yapacakları her ne olursa olsun bir kaç yıl boşa geçecek, zira aradıkları önce doğru hoca sonra sabır… Gerisi zaten gelir diye umut ediyoruz.
Yeni bir Ferguson çıkmayacağını bilsek de bir umut bizimkisi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Recep İvedik 5 - Türk Sporunun Resmi

Futbolun Politik Yüzü | El Saadi Kaddafi